Yalçın Tura
Anasayfa Yukarı

Gelenekten Geleceğe
Batıda Arayışlar
Yalçın Tura
Deprem - Müzik - Resim
Müziğimize Dair
TM'de Bölgesel Iskalalar
İcraAnalizi
Mini Anket
Ra-Dü-Se Solfeji
Murat Birsel
Sesler ve Renkten Renge Girenler
Ölçüm, Analiz, Test
İcra - Teori Birliği
Akort - Göçürüm
Türk Müziği ve Internet
Ses Sistemleri
Usullerin Bölünmesi

65. Doğum Yıldönümü, içeriği iki CD ve bir kasette toplanmış bir konser ile kutlanan

Bir Ses Sarrafı: Yalçın Tura

 

Tarih 13 Şubat 2000, Pazar... İTÜ Maçka kampüsündeki Mustafa Kemal Anfisi o gün çok önemli bir sanat olayına evsahipliği yapacak. Henüz fuayeye girdiğiniz andan itibaren, bugünün, unutulmayacak bir gün olacağını seziyorsunuz. İlk belirtiler, son derece profesyonelce karşılanıp ağırlanırken hissedilmeye başlanıyor.

     Ve, Yalçın Tura’ya Armağan Konseri’nin başlamak üzere olduğunu duyuran gong sesi… 700’ü aşkın kişiden şanslı olanlar, kısa sürede koltukları dolduruyorlar. Ayakta olanlar, basamaklara oturanlar var.

     Artık, Brechtien/epik bir tiyatrodasınız sanki... Ney – kemençe – kanun – ud – tanbur – kudüm – bendir gibi klasik sazlarımız da var; ama, özellikle orkestra şefiyle birlikte kemanlar – viyolalar – viyolonseller – kontrbas – arp ve vurmalı çalgıların ezgi/armoni ve ritminin yarattığı Batılı hava, sopranosu – altosu – tenoru ve bası ile koronun seslendirdiği Şeyh Galib’in şiirine âdeta bir yabancılaştırma efekti oluşturuyor:

          Bir şûlesi var ki şem’i cânın

          Fânûsuna sığmaz âsûmanın[1].

O günü yaşayan herkes gibi, müzik ziyafetinden neredeyse büyülenmiş olarak çıkan ve ayrıca bu konserde seslendirilen eserlerin toplandığı 2 CD ile 1 kaseti satın almayı da ihmal etmeyerek bu unutulmaz günü ilerde kısmen de olsa tekrar tekrar yaşama olanağına kavuşan ben, işte bir ay sonra yine aynı kampüsün kapısından girmekteyim. Fakat bu kez yönüm, İstanbul Devlet Konservatuvarı Müdürünün odası…

     Bazı konserlerde şefin işareti üzerine oturduğu seyirci koltuğundan ayağa kalkarak ya da sahneye çıkarak selam verirken uzaktan gördüğüm, ya da kimi televizyon kanallarında katıldığı söyleşiler sırasında izlediğim bu besteciyi, ve başucu kitabı yaparak defalarca okuduğum ‘Türk Mûsıkîsinin Mes’eleleri’nin yazarını ilk kez yakından göreceğim…

     Odasına girer girmez, tahmininde yanılmadığımı anlıyorum:

     Yalçın Tura gerçekten tam bir İstanbul beyefendisi!

     Evet, bu özelliğe sahip herkes kuşkusuz böylesi bir besteci olamaz; fakat ‘Yalçın Tura ses çelengi’ni örebilmiş bir usta, mutlaka şu anda karşımda gördüğüm gibi bir kişi olmalıydı!

     Bir de, kendisi kimbilir kaç kez işitmiştir ve tanıyanlar zaten bilir ama, yine de değinmeden geçilmemeli: Konserin üstbaşlığında “65. Doğum Yıldönümünde” ibaresi olmasa, bilmeyen birisinin kesinlikle tahmin edemeyeceği kadar genç görünümde.

     Ortama uyum sağlamak amacıyla Türkçeme çekidüzen vermeye çalışıp ilk sorumu yöneltiyorum:

 Bu Hayırlı İşin Mimarları

? Bu projenin safahatı ile ilgili bilgi verebilir misiniz?

! Büyük ölçüde benim dışımda gerçekleşti. Ruhi Ayangil ve İş Bankası Genel Müdürlüğü Halkla İlişkiler Müdiresi Sayın Cana Atınç’ın çalışmalarıyla gündeme geldi. Ben de, Ruhi Ayangil Orkestra ve Korosu için yazdığım ‘Şeyh Galib’e Saygı’ Kantatı ile onun boyutlarına göre yeniden düzenlediğim bazı eserlerimle, başka birkaç eserimin bu projede kullanılmasına izin verdim.

     Bu proje biraz da benim 65’inci yaşımı kutlamak amacıyla düşünülmüştü. Sağolsunlar, bu beni de çok mutlu etti.

      Yalçın Tura büyük bir bestecidir. Hepimiz onun çoğu eserleriyle tanışığızdır. Fakat ne yazık ki birçoğumuz bunun farkında değildir. Aşk-ı Memnû dizisinin müziği hepimizin kulaklarındadır; fakat örneğin radyoda – TV’de kendisinin ismi zikredilerek Kürdîlihicazkâr Sazsemâîsi adı altındaki düzenlemesi icra edilmese belki bunun hiç farkına varmayacağızdır. Ya da sorulsa kaçımız bir çırpıda bestecimize ait Yılanların Öcü, Kırık Hayatlar, Keşanlı Ali Destanı gibi film ve sahne müziklerinin adlarını sayabiliriz?

     Burası böyledir; fakat, Yalçın Tura aynı zamanda usta bir müzik teorisyenidir. Dolayısıyle, onunla yapılan bir söyleşide birazcık da olsa derinlere gitmemek olmaz:

 Onlar Benim Çocuklarım

? Özellikle bu konser kapsamındaki türden eserlerinizi, Türk musikisi tarihi, müziğimizin dünü – bugünü – yarını bağlamında nasıl bir yere oturtursunuz?

! Bu soruyu cevaplandırması gereken kişiler bence müzik tarihçileri ve eleştirmenleri olmalı. Ben kendi eserlerim hakkında çok fazla söz söylemeyi doğru bulmuyorum. Eserlerin kendisi ortada. Onlar bir babanın çocukları gibi ve ben kendimi onların iyi yanlarını ve varsa kusurlarını değerlendirecek konumda görmüyorum.

? Soruyu şu anlamda da almanızı arzu ederim: Bir yanda kökü çok gerilere uzanan geleneksel musikimiz, bir yanda da özellikle Cumhuriyetin kuruluşundan sonra “Türk Beşleri” ile gelişmeye başlayan çağdaş Türk müziği… Kendinizi hangisine daha yakın hissediyorsunuz anlamında?

  ! Aslında geleneksel dediğimiz musiki de durmuş bir sanat değil. Onda da asırlardan beri devamlı yenileşme var. Örneğin 17.Yüzyıl ortalarında yayınlanan bazı mecmualarda 25-30 fasıl bulunurken ondan yüz yıl sonra çıkanlarda bunun üç – dört katı esere rastlıyoruz. Ayrıca 19. Yüzyıl başlarından itibaren önemli gelişmeler oluyor. Bunlardan en önemlisi, 1826 - 1830 arasında Mehterhane’nin lağvedilerek Muzıkayı Hümayun’un kurulması ve Türk musikisinde Batı tarzı bir eğitimin başlaması… Yani Cumhuriyet, aslında kendisinden yüz  yıl önce başlayan bir hamleyi ele alarak buna daha bir ivme kazandırmıştır. Farklı olarak, bu andan itibaren, yüzünü kesin Batıya döndürmüş. Ama köklerinden kopmadan. Bu hareketlilik içinde, aşırı uçlara gitme eğilimlerine de rastlanabiliyor. Örneğin, geleneksel çalgılarımıza karşı ilgi, 50’li yıllara doğru biraz zayıflamış. O yıllar, benim müziğimdeki gelişmenin bir parçası gibi nitelenebilir... Ayrıca benim bazı hocalarımdan, ağabeylerimden farkımın, geleneksel Türk müziğini de çok iyi bilmem ve bu öğelerden eserlerimde yararlanmam olduğunu söyleyebilirim. Yararlanmak derken, bunun çok doğal bir davranış olduğunu belirtmem gerek. Bu benim zaten anadilimdir. Benim genlerimde vardır. Yoksa, ‘eserime mahallî bir renk  katayım’ kabilinden konulmuş yapay öğeler değildir.

 

Sözün burasında, elimden, bile bile lâdes yapmaktan başka bir şey gelmiyor…

  Yalçın Tura’nın, eski deyişle ‘Türk musikisi nazariyatı’nın ‘Ses sistemi’ konusuyla ilgili görüşlerini bu noktada sormamak olmaz. Ama nispeten teknik olan bu konunun okuyucuyu sıkma riski var. Ben, ‘Ayrı bir çerçeveye alırız’ diye gözümü karartıp soruyorum; ünlü müzik adamımız ise, hayli dertli olduğu bu konuya cömertçe değiniyor.

     Sonra asıl konumuzdaki söyleşiyi sürdürüyoruz.

Türk Musikisi Artık Bir Nostalji mi?

? Cem Behar, ‘Zaman, Mekân, Müzik’ adlı kitabında “Türk musikisi geleneğinin bugün artık esas niteliği geçmişe ait olmasıdır” diyor. Bu görüşe katılır mısınız?

! Kastedilen eğer, bundan 100 - 200 yıl önce yapılan müziklerin devamı ise bu görüş doğrudur. Ama bizim çok değerli bir birikimimiz var. Geleneksel derken ben bu birikimi anlıyorum. Bundan yararlanmamak en hafif deyimiyle akılsızlık olur. Elbette, çağın ve insanın değiştiğini, geliştiğini gözardı etmeksizin... Bizim müziğimiz bir tarihe kadar tek sesli yapı içinde gelişmişti. Hat-minyatür sanatları gibi, bir derinliği yoktu. Batı da aynı yoldan geçmiştir. Ancak onlar bin yıldan önce çokseslilik imkânlarını keşfedip bunu geliştirdiler. Bizde ise 160-170 yıl önce başladı ve yüz yıldan beridir de artık verimi iyice alınıyor. Örneğin İstanbul’da Muzıkayı Hümayun’dan yetişen Notacı Hacı Emin Efendi 1890’larda 400 adet Türk musikisi eserinin notasını bugün bile imrenilecek bir biçimde bastırmıştı.

? Üstelik de piyano eşlikleri ile…

! Evet, onlara piyano eşlikleri de yazdırmıştı… Ayrıca o dönemde pek çok bestekârın çoksesli eserler yazdığını görüyoruz. Cumhuriyet ile birlikte, yüzü Batıya dönük yeni bir Türk müziği doğmuştur. Fakat, Batı derken, oradan alınan, eleman olarak çoksesliliktir. Yoksa Türk Beşleri’nin vb. yaptıkları, çağdaş çoksesli Türk sanat müziğidir; başka bir şey değil.

 ? Özellikle Karac’oğlan Operasından ve Sevmek Nedir müzikalinden seçme parçaları Ruhi Ayagil Orkestra ve Korosu için düzenlerken çok değişiklik yapmak gerekti mi?

! Hayır… Armonilerinde hiç değişiklik yoktur. Orkestrasyonda ise Türk müziği çalgılarına daha çok yer verilmiştir, o kadar. Örneğin flüt yerine ney kullanılmıştır. Batı tarzı bir orkestra ile icra edilebilir.

 ? Geleneksel Türk musikisini en cengâverce savunanlardansınız. Doğrudan bu türe girecek eserleriniz de var. Hüseynî/Mahur Peşrevleriniz, Mahur/Irak Sazsemâîleriniz gibi. Bu musikinin “bir anıt olarak korunması”ndan da  sözediyorsunuz. Bundan ne anlamalıyız?

! Ben geleneksel Türk musikisinin değerlerini savunuyorum. Bu değerlerden bazıları, çokseslilik içinde gereği gibi ortaya çıkamamıştır ve çıkamaz. Çoksesliliğin getirdiği ifade zenginliği ve ifade imkânları var. Benim amacım bunlardan yararlanmak, müziğimize yeni tadlar, yeni renkler katabilmektir.

Metin Kutusu: 24 Perdeli ‘Türk Müziği Ses Sistemi’ Aldatmacası
? Ruhi Ayangil, “Yalçın Tura’nın eserleri bir makam cennetidir, makamlar manzumesidir” nitelemesini yapıyor. Siz, “Arel-Ezgi ses sisteminde Batıda kullanılandan farklı bir çokseslilik mümkün değildir” diyorsunuz. Peki,  çokseslilik içinde bu değerleri nasıl koruyabiliyorsunuz? Makam musikisindeki küçük aralıkları, 17 perdeli geleneksel ses sistemini kullanarak mı, yerli çalgılara daha önem vererek mi, özetle nasıl başarabiliyorsunuz?
! Bu noktada açıklamam gereken birkaç nokta var.
	Bugün Türk musikisini öğrettiğini iddia eden çeşitli kurumlarda yaygın olarak kullanılan ve Arel-Ezgi sistemi diye anılan bir ses sistemi var. Bir oktavı eşit-olmayan 24 aralığa bölen bu sistemin gerçek Türk müziği ses sistemi olduğu iddia ediliyor. Bunun doğal ve Batı müziğinden daha zengin olduğu, çünkü onların bir oktavı 12 eşit aralığa bölen tampere sistemi kullandıkları ileri sürülüyor... Bunların hepsi büyük bir yalan ve benim yaptığım da bu sahtekârlığa karşı çıkmaktır.
	Hüseyin Sadettin Arel ve Suphi Ezgi’ye maledilen bu sistem gerçekte Rauf Yekta tarafından ortaya atılan sistemin hemen hemen aynısıdır. Daha da önemlisi, Arel tarafından Şehbal dergisinde yayınlanan üç makalede açıkça dile getirildiği gibi, Türk müziğine çokseslilik uygulayabilmek için ortaya atılmıştır ve yüzyıllardır bilinen Pisagor sisteminin ta kendisidir. Batı müziğinde ise, iddia edildiği gibi 12 değil 35 farklı ses kullanılabilmektedir.
? Çift bemol ve çift diyez işaretleri ile, değil mi?
! Tabiî... Son yüz yıldır ise, insanın işitebildiği tüm frekanslardaki sesleri kullanmaktadırlar... Türk müziğinin gerçek ses sistemi ise, tâ Fârâbî’den bile önce, yani bin yıldan daha uzun bir zamandır eşit-olmayan 17 aralıklı sistemdir.
Hangisi Batı Hangisi Doğu?
	Türk müziği sistemi diye ileri sürülen, oysa Batı müziği ses sisteminin ondan bile geri bir taklidi olan bu sistemi benimsemeyenlere ‘Batı müziği yapıyorsunuz’ eleştirisinin yöneltilmesi komiktir.

? Peki, Konservatuvara müdür olarak atandıktan sonra, yanlış bulduğunuz bu teorilerin öğretilmesini engelleme yönünde adımlar atılabildi mi?
! Bizde bu tür müfredat değişiklikleri, Bölüm Kurullarının önerisi ve Akademik Kurulun onayı ile gerçekleşir. Bu, zorla kabul ettirilebilecek bir şey değil... Onun için bu eğitim ne yazık ki aynı yanlış doğrultuda sürüyor... Tek ilerleme belki şu: Konservatuvarın ilk yıllarında bu tür farklı görüşler büyük tepki alırdı. Şimdi bunlar da dile getirilebiliyor ve bu iki farklı görüşün sahipleri demokratik bir biçimde bir arada yaşayabiliyor.

? Arel’in çıkarmaya başladığı ve yayını halen süren Musiki Mecmuasında da aynı gelişmeyi gözlemek mümkün…
! Efendim, Arel gerçekte saygıdeğer bir kişidir. Türk musikisinin gelişmesi ve çağdaşlaşması için büyük çabalar harcamıştır. (Yalçın Tura bu noktada gülümsüyor:) Hayatta olsa ben Arel’le konuşur ve onu ikna ederdim. Fakat Arelcileri ikna edemiyorum...
 

? Bana şöyle bir çelişki varmış gibi geliyor: Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı müziği teşvik edildi, desteklendi. Fakat, çok uzun yıllardır âdeta tersi yapılıyor. Batı tarzı eserler üretenler dahil, yerli bestecilere köstek olunuyor. Oysa 13 Şubat Konseri de açıkça gösterdi ki, destek verilirse, çağdaş Türk müziği konusunda çok güzel şeyler yapılabilirmiş... Çoksesli müziğin halk arasında yaygınlaşmamasının bir nedeni de bu anlamsız sansür olabilir mi?

! Gerçekten de, destek dönemi kısa sürmüştür. 1950’li yıllardan itibaren durmuştur. Ayrıca, konservatuvar – opera – bale gibi bazı kurumlar oluşturulmuştur; fakat birçok eksik vardır. Örneğin telif hakları konusu hâlâ Batının yıllarca önceki durumunun çok gerisindedir. Nota ve plak yayıncılığı ile ilgili bir devlet kurumu bulunmaması, öte yandan TRT’nin yanlış politikaları çoksesli müziğin yaygınlık kazanamamasında etken olmuştur. Günümüzde de, magazin basınının kalitesizliğe prim veren davranışı nedeniyle bu olumsuzluk sürmektedir.

     Çoksesli müzikle ilgili devlet destekli kurumlar ise gerçekten de yerli sanatçıları adeta kovmuşlardır. Ancak özel ilişkilerle veya pek nadir olarak programlarda yer alabilmektedirler.

 ? Oysa örneğin sizin eserleriniz Türkî cumhuriyetlerde çok daha sık sergileniyor ve oralarda Türkiye’dekinden daha fazla tanınıyorsunuz?

! Öyle… Avrupa’da da daha çok ilgi görüyoruz. Örneğin, birkaç yıl önce Strasbourg’daki uluslararası bir müzik sempozyumunda, Şeyh Galib’e Saygı Kantatı’nın bir kısmını dinlettim; izleyiciler arasındaki yabancı radyo temsilcileri âdeta sıraya girdiler, bunu verin de yayınlarımızda kullanalım diye.

 
 

Yalçın Tura, birçok yanlış uygulamalar yüzünden, kendi deyimiyle ‘çok yüklü’… Yeri geliyor ‘Lirik Tarih’ gibi güncel ‘kiç’lere, yeri geliyor müzik eğitimi gibi  derin yaralara değiniyor. Özellikle, Türk eserlerini icra etmesi, sergilemesi gereken devlet destekli kuruluşların bunu yapmadıkları yetmezmiş gibi, ‘Kendilerinden bir şey istenmediği halde ortaya yeni yeni ürünler koyan’ yerli bestecilere ilgisizliğinden resmen şikâyetçi.

     Gündemden bir türlü inmeyen Batı müziği – Türk müziği tartışmasına da değiniyoruz.

? Ahmet Adnan Saygun 1950’lere doğru Anadolu’da derlemeler yaptığı dönemde Rize Karşılaması’nda çokseslilik unsurlarına rastlaması münasebetiyle buna neden çok seyrek rastlandığına değiniyor ve ekliyor: “Belki dinî tesirlerin, belki içtimâî şerâitin icabı…” Bu durum Bèla Bartòk’u da şaşırtmış: “Bir köy halkına dahi toplu olarak şarkı söyletemedim” diyor.

Yalçın Tura, çoksesli müziğin halk arasında yeterince yaygınlaşmadığı görüşüne katılmıyor. Halk müziğiyle uğraşanların çeşitli aranjmanlarla çokseslilik yapma ihtiyacını hissettiklerinden söz ediyor. Karadeniz kemençesinin, bağlamaların, çoksesliliğe uygun yapılar içerdiğini söylüyor ve ilginç bir saptamada bulunuyor:

Metin Kutusu: Bu Bir Suçduyurusudur!
1.	Bundan on yıl kadar önce Kültür Bakanlığı tarafından bana bir eser ısmarlandı. Türklerin yaratılış destanı üzerine olan 1 saati aşkın  bu bale müziğini yazdım ve teslim ettim. Vaat edilen para da iyi kötü ödendi.
2.	Yine aynı kurum altı yıl önce de bir müzikal ısmarladı. İki buçuk  saatten uzun bu ‘Sevmek Nedir?’ müzikalini de teslim ettim.
	Bu eserler o tarihten beri rafta duruyor. Hiçbir opera ve bale kuruluşu, devlet senfoni orkestrası bunlara ilgi göstermedi. Plağının – kasetinin yapılmasından vazgeçtim, sahnelenmediler bile. Halbuki bunların bedelleri milyonlarca yurttaşın vergileriyle ödeniyor. ‘Kötü’ diye bir gerekçe de ileri sürülemez. Çünkü yargıyı halk verecektir, müzik eleştirmenleri verecektir. Bunun için de sergilenmeleri gerekir.
	Bunlara bir Mozart’ı seslendirmek, bir Türk eserini seslendirmekten daha  kolaymış gibi geliyor. Rutin çalışmanın dışına çıkmak istemiyorlar. Oysa, evet, yabancı eserler de sergilenmelidir; fakat siz bunun için kurulmadınız ki!.. Sizin aslî göreviniz, öncelikle Türk bestecisinin eserini sergilemektir. Kuruluş amacınız budur.
	Demek ki bunlar görevlerini ihmal ediyorlar. Bu bir suç duyurusudur!
 

Çokseslilik - Demokrasi İlişkisi

! Bizim gerçek demokrasi olamayımızın nedenlerinden biri de belki tekseslilik. Çoksesli müziğin hayatımıza tam anlamıyla girmemesi... Herkesin aynı sesi çıkarması demek, herkesin en önde olmak istemesi ve bir hiyerarşi içinde işbirliği yapmak istememesi demektir. Bir İstiklal Marşını söylerken ise –ki onda da belli bir çokseslilik vardır- her kafadan bir ses çıkıyor. Onu okumayı bile beceremiyoruz. Çokseslilik, bir disiplin meselesidir; bizde ise bu yok.

Sonunda vedalaşma vakti geliyor… Noktayı koymazsak bu söyleşi sürdükçe sürecek.

? Sayın hocam; 13 Şubat konserinin bitiminde sevgili Ruhi Ayangil sizi sahneye davet ederek nice binyıllar, nice 65 yaşlar diledi.

     Üretimizin küçük bir kısmı da olsa, CD’lerin çıkmasıyla ‘Nice binyıllar’ temennisi bir anlamda gerçek oldu bile. ‘Nice 65 yaşlar’ dileğine ise biz de içtenlikle katılıyoruz.

! Ben de, bu fırsatı yaratarak bana kaygı ve üzüntülerimizi bir nebze de olsa ifade etme olanağı sağladığınız için size teşekkür ederim.

 

Metin Kutusu: Müzik Eğitiminin Önemi
! Okullarda müzik dersini seçimlik yaparsanız ya da önemsiz bir yere koyarsanız; çocuklara gereksiz bilgiler vererek onları müzikten soğutursanız ve müziğin eğitimdeki, insan ruhunun gelişimindeki önemini bir köşeye atıp sadece insan ruhunun en aşağı noktalarına hitap eden, ritm ve gürültüden ibaret olan şeyleri yüksek müzik eseri diye  sunarsanız varacağınız nokta bu olur.
  Metin Kutusu: ‘Sevmek Nedir?’ Müzikalinden

Sevmek nedir? Bilir misin yavrum bu eski duyguyu?
Sevmek nedir? Tattın mı hiç sen o amansız korkuyu
Sevmek nedir? Gördün mü hiç bağrında
Kanayan ve hiç kapanmayan yara?

Sevmek, yanmaktır yüreğince,
Sevmek, vermektir dileğince,
Sevmek, kopmaktır günübirlik düşlerden,
Yeni bir tutkuyla uyanmaktır.

Sevmek, gülmektir acılarla,
Sevmek, ölmektir anılarla,
Sevmek, gelmektir yeni baştan dünyaya,
Yeniden doğmaktır, yaşamaktır.

Sevmek nedir? Sevmek nedir?
Sevmek, hayatın ta kendisi.
Sevmek nedir? Günah mı suç mu nedir? Bilinmez.
Sevmek nedir? Bir kez sevince yüreğinden silinmez.
Sevmek nedir? Almak mıdır, vermek mi?
Ya da, hiç düşünmeden sevişmek mi?

Söz: Yalçın Tura
Metin Kutusu: ‘Lirik Tarih’ Denilen Hilkat Garîbesi
! Bazı yamalıbohça gibi derlemeler şaheser gibi tanıtılıyor; bu ise ilerletmekten ziyade geriletiyor. Gazetelere bakıyorsunuz, herkes hayran. Bu, utanılacak şey aslında. Tam, altı kaval üstü Şişhane... Biraz ordan – biraz burdan koymakla, birbiriyle ilgisi olmayan şeyleri biraraya getirmekle bizim kültürümüzün zenginliği gösterilmiş olmaz ki!

[1] Can mumunun öyle bir alevi var ki/Göğün fânusuna sığmıyor

M. Kemal Karaosmanoğlu

Audi Dergisi

Son Güncelleme: 15.09.2010